Orhan Veli

22 Şubat 2010 Pazartesi0 yorum

Orhan Veli1940’lardaki yenilikçi "Garip" akımının öncüsü olan Orhan Veli, eski yapıyı temelinden değiştirmeyi amaçlayan bir anlayışla yazdığı şiirleriyle sokaktaki adamın söyleyişini şiir diline taşıdı. Yeni dünyalar, yeni insanlar, yeni söyleyişler sokarak şiirin sınırlarını genişletti.
BİR GARİP İSTANBULLU
Cumhuriyet dönemi Türk şiirinin en gözle görünür atılımını gerçekleştiren bu özgün adam, hayatın hep kıyısında yaşadı (Yoksa biz / Biz bu dünyadan değil miydik). O, dünyaya hayretle bakmaya, başını alıp yollarda dolaşmaya, Galata Köprüsü’nde balık tutanları seyretmeye, Rumelihisarı’nda oturup kederlenmeye, basık meyhanelerde içmeye gelmişti. Bu dünya biraz bohem, biraz entelektüel bir dünyaydı. 13 Nisan 1914’te Istanbul’da Beykoz Yalıköy’de, annesinin ailesine ait bir konakta dünyaya geldi. Babası Cumhurbaşkanlığı Bando Heyeti şeflerinden Veli Kanık’tı. Galatasaray Lisesi’nin ilk kısmında başladığı ilköğrenimini Ankara’da tamamladı. Ankara Erkek Lisesi’nde okurken, daha sonra kendisiyle birlikte Garip hareketini başlatacak olan Oktay Rifat ve Melih Cevdet Anday’la tanıştı. Ilk şiirlerini lisenin yayın organı Sesimiz dergisinde yayımladı. 1933’te Istanbul’a gitti, Istanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü’ne kaydoldu. Üç yıl sonra öğrenimini yarıda bırakarak Ankara’ya döndü, PTT Umum Müdürlüğü’nde memur olarak çalışmaya başladı. Onun dönüşü üç arkadaşın şiire dönüşünü de birlikte getirdi. O sırada Ankara’da yayımlanmakta olan Varlık dergisinde 1936’nın son iki ayında üç arkadaşın şiirleri art arda yayımlanmaya başladı. Orhan Veli’nin bir kısmını Mehmet Ali Sel imzasıyla yayımladığı bu ilk şiirleri Baudelaire, Rimbaud, Verlaine gibi simgeci Fransız şairlerinden ve aynı doğrultuda yazan Ahmet Hamdi Tanpınar, Ahmet Muhip Dıranas, Cahit Sıtkı Tarancı gibi Türk şairlerinden etkiler taşır. Hece ölçüsüyle ve kafiyeli olarak, duru bir Türkçeyle yazılmış bu şiirlerde Orhan Veli, ilk deney evresini aşmış "olgun" bir şair kimliğiyle ortaya çıkar (Dili çözülüyor gecelerin / Gölgeler kaçışıyor derine /Alıp sihrini bilmecelerin / Gün doğuyor şehrin üzerine)
ŞAİRANELİĞE KARŞI BİR ŞAİR
Yirmili yaşlarının henüz başlarında olan Orhan Veli, başka bir şiirin peşindeydi. "Beylik kalıplar, beylik oyunlar, beylik dünyalar içinde bunalıp kalmış şiire yeni imkánlar" aramak, "yeni dünyalar, yeni insanlar sokarak, yeni söyleyişler bularak şiirin sınırlarını genişletmek" istiyordu. Varlık dergisinin 15 eylül 1937 tarihli 101. sayısında, şair Melih Cevdet Anday’a ithaf edilmiş bir sayfada Oktay Rifat ile birlikte yayımladığı şiirler bu yeni anlayışın ürünleriydi: (Ben deniz kenarındaki odamda / Pencereye hiç bakmadan / Dışardan geçen kayıkların / Karpuz yüklü olduğunu bilirim). Üç arkadaşın Varlık’ta bu yeni anlayışı sürdüren şiirleri genellikle yadırgandı. Orhan Veli’nin Varlık’taki bu ilk şiirlerinin ardından ekim 1938’de Insan dergisinde yayımladığı şiirleri, özellikle "Kitabe-i Seng-i Mezar" geniş yankı uyandırdı. Üç arkadaşın mayıs 1941’de yayımladıkları ortak kitapları Garip’te Melih Cevdet Anday’ın on altı, Oktay Rifat’ın yirmi bir, Orhan Veli’nin yirmi dört şiiri yer alıyordu. Daha sonra bu şiir akımına adını veren Garip, Orhan Veli’nin düzenlediği bir seçki biçiminde ve onun imzasıyla yayımlanmıştı. Kitabın Orhan Veli tarafından kaleme alınan önsözü hareketin bildirgesi niteliğindeydi: "Eskiye ait olan her şeye" karşı çıkmak ve "her şeyden önce şairanenin" aleyhinde bulunmak! Orhan Veli’nin Garip’teki şiirleri geleneksel şiirin tabularını yıkarken, aynı zamanda bu anlayışı en uç noktalara vardırıyordu (Hiçbir şeyden çekmedi dünyada / Nasırdan çektiği kadar). Vezin, kafiye gibi kısıtlayıcı bağlar, teşbih, istiare gibi söz sanatları şiirden kovulmuştu. Şiir doğal anlatıma, konuşma diline, günlük yaşama, "Yaşamak hakkını mütemadi bir didişmenin sonunda" elde eden sıradan insana, sokağa yöneliyordu. Şiire yeni kelimeler (nasır, salata), yeni insanlar (Süleyman Efendi, Montör Sabri) girerken, çocuksu söyleyişlerle, bilinçaltından yansımalarla beslenen bir yaşama sevinci hissediliyordu.
Orhan Veli 1941’de, Ikinci Dünya Savaşı bütün şiddetiyle devam ederken askere alındı; 1944 sonlarına kadar yedek subay olarak Gelibolu’da görev yaptı. Askerlik dönüşü Milli Eğitim Bakanlığı Tercüme Bürosu’nda çalışmaya başladı. 1945 şubatında, içinde beşi daha önce yayımlanmış on bir şiirinin yer aldığı Vazgeçemediğim’i yayımladı. Bu kitabında Garip çizgisini terk etmemekle birlikte lirizme karşı bir kayış göstermesi, eski kuşak tarafından övülürken yeni şiir taraftarlarının eleştirilerine yol açtı. Nisan 1945’te Garip’in ikinci baskısını yayımladı. Bu ikinci baskıda yalnız Orhan Veli’nin şiirleri vardı. Eski şiirlerine on bir yeni şiir daha eklemişti. Ilk baskıdaki önsözün önüne koyduğu "Garip Için" başlıklı yazı az çok bir küskünlüğü, bir hayal kırıklığını yansıtıyordu: "Yazdıkça fark ediyorum: Garip’in müdafaasına kalkışmış gibi bir halim var. Garip’i başkalarından evvel kendime karşı müdafaa etmek isteyişim, ondaki kusurları başkalarından çok kendim bildiğim içindir." 1956’da yayımladığı Destan Gibi’de 174 dizelik bir uzun şiir denemesine girişti. Halk şiirinden geniş ölçüde yararlandığı bu eseri Yenisi (1947) ve Karşı (1949) adlı kitapları izledi.
Ikinci Dünya Savaşı sonrasındaki politik gelişmeler ve çok partili hayata geçiş diğer birçok aydın ve sanatçı gibi Orhan Veli’yi de ilgilendiriyordu. 1946 seçimlerinden sonra Hasan Ali Yücel’in Milli Eğitim Bakanlığından ayrılmasıyla işlevini kaybeden Tercüme Bürosu’ndaki görevinden istifa etti. 1947’de Mehmet Ali Aybar’ın çıkardığı Hür, Zincirli Hürriyet gazetelerinde eleştiriler yazıyordu. Ocak 1949’da Mahmut Dikerdem’in maddi desteğiyle çıkarmaya başladığı Yaprak dergisinin yayımını haziran 1950’ye kadar sürdürdü. Yaprak, aralarında Garip üçlüsünün de bulunduğu bir grup aydın ve sanatçının düşüncelerini yansıtacak bir fikir-sanat gazetesi olarak tasarlanmıştı. Ancak bir süre sonra Garip üçlüsü çeşitli türlerde telif ve çeviri ürünlerinin niceliği ile dergide belirleyici konuma geldi. Öyle ki dergi bir süre sonra Garip hareketinin gecikmiş bir yayın organı kimliğine büründü. Orhan Veli yazı ve şiirlerinin yanı sıra, yazı seçiminden sayfa düzenine, düzelti işlerinden paketleme ve postalamaya kadar her aşamadaki katkılarıyla Yaprak’la adeta özdeşleşmişti. Derginin 28. sayıdan sonra yayınına son vermek zorunda kalması onu derinden etkiledi. Uzun yıllarını geçirdiği Ankara’yı terk ederek Istanbul’a ailesinin yanına döndü. Aynı yılın kasım ayında bir haftalığına gittiği Ankara’da, karanlık bir sokakta yürürken belediyenin açtığı bir çukura düştü. Bu kazadan kaynaklanan bir beyin kanaması sonucu 14 kasım 1950’de Istanbul’da öldü.



Yeni ve değişik bir şiir


Orhan VeliOrhan Veli ilk şiirlerini yayımlamaya başladığı sıralarda Türk şiirinde birbiriyle çekişen başlıca üç eğilim ayırt ediliyordu. Yahya Kemal ve Ahmed Haşim’e bağlanan Necip Fazıl Kısakürek, Ahmet Hamdi Tanpınar, Ahmet Muhip Dıranas gibi saf şiirciler estetik açıdan simgeci ve biçimci bir şiirin peşindeydiler. Kemalist ulusçuluk anlayışına bağlanan ve folklorik malzemeye öncelik veren Ahmet Kutsi Tecer, Ömer Bedrettin Uşaklı, Orhan Şaik Gökyay gibi şairler ikinci bir eğilimi temsil etmekteydi. Üçüncü eğilim Názım Hikmet’in başını çektiği siyasal-toplumsal öğeyi öne çıkaran serbest nazımcı şiirdi. Bunların yanı sıra Ercüment Behzat Lav ve Mümtaz Zeki Taşkın gibi şairler fütürizm, dadaizm gibi Batılı akımların etkisiyle serbest bir şiir kurmaya çalışıyorlardı. Orhan Veli ve arkadaşlarının şiiri bir bakıma 1920’lerin sonlarında Názım Hikmet ve Ercüment Behzat tarafından başlatılan yenileşme çabalarının bir uzantısı niteliğindedir.
Hece ölçüsüyle yazdığı ilk şiirlerinin ardından Orhan Veli "eskiye ait olan her şeye" karşı yeni bir şiire yöneldi. Bu anlayışla yazdığı "Kitabe-i Seng-i Mezar" (Hiçbir şeyden çekmedi dünyada / Nasırdan çektiği kadar) gibi aykırı örnekler tepkiyle karşılandı ve uzun süre tartışıldı. Orhan Veli zevksizliği yaygınlaştırmakla, şiiri bir espri düzeyine indirgemekle suçlanıyordu. Ama etkisi şaşırtıcıydı. Çünkü şiir hiçbir dönemde yaşanan hayatla bu derece iç içe girmemişti. Söz varlığı halkın konuştuğu gündelik dilin öğelerinden oluşuyordu. Bu şiirlere 1940’ların Türkiye’sinde yaşanan hayatın acısı, hüznü sinmişti. Ama insanlara bu acılara karşı koymalarını sağlayan, bu acılara rağmen varolmayı sürdüren yaşama sevincini de içeriyordu.
Orhan Veli’nin şiirinde toplumsal, hatta sınıfsal bir yönelim her zaman var olmuştur: şiir "müreffeh sınıfların" temsilcisi olamaz. Onun ilgisi alt ve orta tabakalardan şehirli insanlara yönelmiştir. Ama bu ilgi onların politik olarak savunuculuğunu yapmak anlamına gelmez: "Mesele bir sınıfın ihtiyaçlarının müdafaasını yapmak olmayıp sadece zevkini aramak, bulmak ve sanata hákim kılmaktır." Onda asıl yeni olan halkın zevkini bir ortalama kabul ederek, yeni bir duyarlılık, yeni bir eda yakalamasıdır. Halktan kişiler (Montör Sabri, Süleyman Efendi, sucu, lağımcı) eskiden olmadığı biçimde bir yalınlık ve inandırıcılıkla şiire girer (Tüfeğini depoya koydular / Esvabını başkasına verdiler, / Artık ne torbasında ekmek kırıntıları, / Ne matarasında dudaklarının izi). Bu şiirde aşk bile değişik bir edayla ifade edilir (Sessiz sedasız mı olacaktım böyle?/ Çok sevdiğim salatayı bile / Aramaz mı olacaktım?/ Ben böyle mi olacaktım?). Daha sonra "Şoförün Karısı", "Söz", "Eski Karım", "Dedikodu" gibi şiirlerde aşk, toplumsal hayat içinde erotik boyutu vurgulanarak bir gönül ilişkisi biçiminde sunulur (Kim görmüş, ama kim / Eleni’yi öptüğümü, / Yüksekkaldırım’da güpegündüz). Çocuksu bir şaşkınlık ve hayranlıkla birleşen yaşama sevinci, daha çok anlık bir duygu olarak belirir (Deli eder insanı bu dünya, / Bu gece, bu yıldızlar, bu koku, / Bu tepeden tırnağa çiçek açmış ağaç). Yaşama sevinci bazen bir bardak çayır renginde, bazen denizden esen rüzgárın, yosunların kokusundadır. Yalnızlık, hüzün, iç sıkıntısı ironiyle, abartıyla yabancılaştırılmaya, dışsallaştırılmaya çalışılır. "Istanbul’da Boğaziçi’nde / Bir fakir Orhan Veli’yim, / Veli’nin oğluyum / Tarifsiz kederler içinde" gibi kendini açıkça ortaya koyduğu durumlarda bile kişisel bir ağrının söz konusu olup olmadığı belirsiz kalır. Sonsuzluk duygusu ve özgürlük düşüncesini işlediği "Gün Olur", "Hürriyete Doğru" gibi şiirleri Garip çizgisinden en çok uzaklaştığı şiirlerdir (Gün olur, başıma kadar mavi / Gün olur, başıma kadar güneş; / Gün olur, deli gibi...).
Orhan Veli’nin şiirinde ilk dönemlerden beri var olan toplumsal içeriğin, giderek toplumsal eleştiriye evrildiği gözlenir. Bu eğilim özellikle Ikinci Dünya Savaşı sonrasında çok partili hayata geçildikten sonra belirginleşir. Ikinci Dünya Savaşı’nın sıkıntılarını dile getiren "Festival" adlı şiirden sonra 1946’da yayımlanan Destan Gibi adlı kitabında yoğun bir toplumsal içerik göze çarpar (Insanlar hayat mücadelesinde / Adamlar kadınlar, çocuklar). Yenisi’nde (1947) yer alan "Içinde" adlı şiir çarpıcı "yokluk içinde" dizesiyle sona erer. "Cımbızlı Şiir"de ise toplumsal yapının çarpıklığını dolaylı olarak eleştirir (Bir elinde cımbız, / Bir elinde ayna, / Umurunda mı dünya). Istanbul’u toplumsal hayatıyla yansıttığı "Galata Köprüsü" (Ama hepiniz, hepiniz... / Hepiniz geçim derdinde), "Istanbul’u Dinliyorum" (Çekiç sesleri geliyor doklardan, / Güzelim bahar rüzgárında ter kokuları) gibi şiirlerinde de aynı toplumsal içeriğe rastlanır. 1 ocak 1949’da yayımlamaya başladığı Yaprak’la birlikte Orhan Veli’nin şiirindeki toplumsal eleştiri dozu artar (Kelle fiyatına hürriyet, / Esirlik bedava; / Bedava yaşıyoruz bedava.), "Kuyruklu Şiir", "Sizin Için" gibi şiirlerde de bu durum belirgindir.
GARİP AKIMI
Garip Akımı, şiirde "eskiye ait olan her şeyin, her şeyden önce de şairaneliğin karşısında" oldu. Orhan Veli Kanık, Oktay Rıfat, Melih Cevdet Anday, ölçüsüz, kafiyesiz, şairanelikten uzak şiirlerini Garip’te bir araya getirdiler. "Şiirin demokratikleşmesi" hareketi olarak da görülen bu anlayış kısa zamanda yaygınlaştı. Günlük konuşma dilinin yalınlığıyla günlük sorunları şakacı bir üslupla ele alan bu şiir anlayışı dönemin ünlü şairlerini etkileyecektir.
Garip şiiri kafiyesizdir. Garipçilere göre kafiye, ilk insanın ikinci satırı akılda tutmak için başvurduğu ilkel bir yoldur. Teşbih, istiare, mecaz ve mübalağa gibi sanatlar gereksizdir. Şiir söz söyleme sanatıdır; çeşitli evrelerden geçmiştir; basit, yalındır; günlük, alelade konuşmadan da farklı yanları vardır.
Hece olsun, aruz olsun her iki ölçü de gereksizdir. Bu şiirler hiçbir ölçüye ve hiçbir ekole bağlı değildir. "Hudutları" yoktur. Duygudan çok akla dayandığından, "Eskiye ait olan her şeyin, her şeyden evvel de şairaneliğin aleyhinde bulunmak lazımdır" derler. Geleneksel şiiri, yani nazım çerçevesinde kalan şiiri temelinden değiştirmek gerektiğini savunurlar. Yeni bir zevk yaratılmalıdır. Bunu ancak yeni bir yolla, yeni vasıtalarla yaratmak mümkündür. Bu yeni şiir, müzikten, resimden ve öteki sanatlardan yararlanmamalıdır. Bütün bu ve benzeri görüşler, Garip’in çoğunlukla "yıkıcı" bir şiir akımı olduğunu gösterir. Bu niteliğiyle bir noktada Názım Hikmet şiiriyle birleştiği söylenebilir. Garip şiiri işlevini "yıkıcı", ve "yapıcı" olmak üzere iki noktada gerçekleştirir. Başlangıçta birinci işlevini yerine getirir; hep yıkıcı olur. Şiirden söz sanatlarını, imgeyi, şairaneliği, eski kelimeleri, heceyi, aruzu atar. Eluard’ın tanımına uyan "kafa ile okunmak..." üzere yazılan şiirden yana olur. Bunları azınlık değil, büyük çoğunluk olan halk okumalı, şiirler onların zevkine seslenmelidir, derler. Tepkiyle, dahası alayla karşılandıklarında Orhan Veli şöyle karşılık verir: " ...biz, gerçek şiirin ölçüsünü arıyoruz. Vezin yok, kafiye yok, teşbih yok, istiare yok, demek ki şiir yok diyenin değil; vezin var, kafiye var, mecaz var, mübalağa var, teşbih var, hepsi var, hepsi var, fakat şiir nerede, diyecek olanın ölçüsünü. Sonra da şunu ekler: "Vezinsiz şiir olamayacağını iddia eden münevverlerimizin çoğu vezinden anlamadıkları için bu tecrübeyi kolayca yapabilirler." Garip’in çıkışıyla bu tepkiler çoğalırken, bir yandan da yeni destekler kazanılır. Özellikle Nurullah Ataç, bu akımı yaygınlaştıran ve benimsetenlerin başında gelir.
Garip akımının şairleri etkilemesi Ikinci Yeni’ye kadar sürer. Bu süre içinde (1940-1955) "yalınlık", "sıradanlık" şiirin ölçüsü haline gelir. "Fıkra-şiir" ler, her yeri doldurur. Bu durum, Garip şiirinin sonunu hazırlar. Her sonun yeni bir başlangıcı olduğu gibi, Garip’in sonu da Ikinci Yeni’yi ortaya çıkarır.



Genç şairden beklenen



Orhan VeliYirmi yaşımızı dolduralı bir iki seneden fazla olmamıştı; beylik kalıplar, beylik oyunlar, beylik dünyalar içinde bunalmış kalmış olan şiire yeni imkánlar arayalım dedik. Şiire yeni dünyalar, yeni insanlar sokarak, yeni söyleyişler bularak şiirin sınırlarını biraz daha genişletmek istedik. Ilk işimiz, bilinen sanatları bir tarafa bırakıp, şiiri bu sanatlar dışında şiir yapan özellikleri aramak oldu. Böylelikle onu bir reçete, bir tarife matahı olmaktan kurtaracaktık. Bu işi başarabilmek için de şiir tarifelerinin verdiği tertiplere karşı gelmek gerekiyordu. O tertipleri bulmuş olan şiirle o şiire sıkıca bağlı kimselerin bu dikine giden hareketten memnun olmayacakları besbelli idi. Üstelik biz de görmek istediğimiz işin ne olduğunu belirtmek için, birtakım softaların damarına basmaktan hoşlanıyorduk. Şiirlerimizin yadırganışı sadece alışılmış kalıplar dışına çıkışından değil, çıkmak isteyişinden, bunda ayrı bir keyif buluşundandı. Gayretimizin nasıl bir sebebe dayandığı anlaşılınca biz de biraz yumuşar gibi olduk. Gel gelelim, bu arada şiire girmiş olan bazı şeyler, şiirin öz malı imiş gibi, yerleşti kaldı. Bunlardan biri eski şiirin yüksekten konuşmasına karşılık olarak şiire sokulan alelade konuşma; biri de eski şiirin büyük konularının, büyük heyecanlarının yanı başında yer alan küçük, alelade olaylar, küçük, alelade insanlardı. Ilk niyet hiçbir şeyin şiir dışı kalmamasını sağlamaktı. Ama, bu yeni şiir yavaş yavaş yayılıp birçok kimse tarafından da tutulunca iş değişti. Genç okur yazarlar, hatta bu işle uğraşanlar, sandılar ki şiir yalnız küçük olayların, yalnız alelade bir dille anlatılmasından meydana gelir. Böyle böyle bu basitlik, bu aleladelik şiirin bir tarifi, bir şartı oldu. Basitlik, aleladelik derken belki de biraz insaflı davranıyorum. Basitlik, aleladelik diyeceğime boşluk, hiçlik desem daha doğru olur. Şairin, mısraları içinde, okuyucuya hiçbir şey söylememesi bir yana, söyleyişteki basitliğin de gerektiği gibi anlaşıldığını sanmıyorum, kolay okunan mısranın kolay yazılır bir şey olmadığı pek bilinmiyor. Bunu anladığımız an şiirin güçlüklerini görecek, emeğe saygı göstermesini öğreneceğiz. Yalnız şairin emeğine değil; bütün insanların emeğine. Ondan sonra da kolay kolay boş lakırdı edemeyeceğiz. Genç şairlerimizin çoğunda, ne yazık ki, böyle bir boş lakırdı ile yetinme hali görüyoruz. Yazımın baş tarafındaki sözlerden de anlaşılacağı gibi, şiirimizin bu hale gelmesinde de galiba bizim neslin büyük payı var. Ama, şair olacak kimsenin biraz düşünmesi, niyetle görünüşü birbirinden ayırabilmesi gerekir. Zaman zaman alelade şeylere de dokunabilmek başka, durmamacasına alelade olmak başka. Ayrıca, türlü işlerde çalışan milyonlarca insanın, iş görmüş adam olmanın hakkını kazanabilmek için, göbeği çatlarken iki lakırdı çırpıştırıp bir iş yaptım sanmanın kolay kolay hoş görülemeyeceğini bilmek lazım.
Bu küçük yazıyı yazmaktan maksadım, genç şairlerimize sataşmak değil. Onların en kötüsünün bile,
Bir sarışın yaramaz
Aldattı beni bu yaz;
Sevdada karar olmaz;
Işte kumralı geldi.
deyip şairler arasına katılıverenlerden kat kat üstün olduklarını biliyorum. Genç şairlerden beklenen, sadece, elbirliğiyle yıktıkları o eski, o sahte, o yaldızdan ibaret şiire karşılık özlü, beşeri bir şiir, bir gerçek şiir yaratmalarıdır. Bunu bugüne kadar biz de gerektiği gibi yapamamışsak çalışalım. Tek, Türk dili de, Türk şiiri de insan içine çıkabilecek, bizi Türk oluşumuzla övündürebilecek bir hale gelsin. (Yaprak, 1. 3. 1949)



Orhan VeliOrhan Veli'nin kitapları

Şiir:
Garip (O. Rıfat, M. C. Anday ile, 1941)
Garip (geliştirilmiş 2. basım, kendi şiirleri, 1945)
Vazgeçemediğim (1945)
Destan Gibi (1946)
Yenisi (1947)
Karşı (1949)
Nasrettin Hoca Hikayeleri (1949)
Bütün Şiirleri (ölümünden sonra, 1951)
Düz Yazı:
Nesir Yazıları (ö.s. 1953; Deniz Doğru adıyla 1969)
Edebiyat Dünyamız (ö.s. 1975)
Sanat ve Edebiyat Dünyamız (ö.s. 1982)
Bindiğimiz Dal (ö.s. 1982)
BEN ORHAN VELİ
Ben Orhan Veli,
"Yazık Oldu Süleyman Efendiye"
Mısra-ı meşhurunun mübdii..
Duydum ki merak ediyormuşsunuz
Hususi hayatımı,
Anlatayım:
Evvela adamım, yani
Sirk hayvanı falan değilim.
Burnum var, kulağım var,
Pek biçimli olmamakla beraber.
Evde otururum,
Masa başında çalışırım.
Bir anne ile bir babadan dünyaya geldim.
Ne başımda bulut gezdiririm,
Ne sırtımda mühr-ü nübüvvet.
Ne Ingiliz kıralı kadar
Mütevazıyım,
Ne de Celal Bayar’ın
Ahır uşağı gibi aristokrat.
Ispanağı çok severim.
Puf böreğine hele
Bayılırım.
Malda mülkte gözüm yoktur.
Vallahi yoktur.
Yayan dolaşırım,
Mütenekkiren seyahat ederim.
Oktay Rıfat’la Melih Cevdet’tir
En yakın arkadaşlarım.
Bir de sevgilim vardır, pek muteber;
Ismini söyleyemem,
Edebiyat tarihçisi bulsun.
Ehemmiyetsiz şeylerle de uğraşırım,
Meşgul olmadığım "ehemmiyetsiz"
Sadece Üdeba arasındadır.
Ne bileyim,
Belki daha bin bir huyum vardır...
Amma ne lüzüm var
Hepsini sıralamaya?
Onlar da bunlara benzer.
1940’lardaki yenilikçi "Garip" akımının öncüsü olan Orhan Veli, eski yapıyı temelinden değiştirmeyi amaçlayan bir anlayışla yazdığı şiirleriyle sokaktaki adamın söyleyişini şiir diline taşıdı. Yeni dünyalar, yeni insanlar, yeni söyleyişler sokarak şiirin sınırlarını genişletti.
Share this article :

Yorum Gönder

 
Support : Creating Website | Johny Template | Mas Template
Copyright © 2011. teleyorum - All Rights Reserved
Template Created by Creating Website Published by Mas Template
Proudly powered by Blogger