Van Gogh

22 Nisan 2010 Perşembe0 yorum

Van Gogh yalnız on yıl içinde sekiz yüzden fazla tablo, desen ve kroki yaparak büyük bir sanatsal üretimde bulunmuştur. Son derecede kişisel bir üslup taşıyan, fırça darbelerinin belli olduğu çok canlı renklerle boyanmış, boyanın kalın bir tabaka oluşturduğu tabloları, zamanında pek tanınmamıştı, ama sonraki kuşakları, özellikle de fovlar ile dışavurumcuları büyük ölçüde etkiledi.



 Van Gogh'un Bohem hayatı için tıklayın

Van GoghVincent, Paris’te modern resmi tanıdı ve sanat piyasasında kendini kabul ettirebilmek için üslubunu değiştirmek gerektiğinin bilincine vardı. Kardeşiyle birlikte Montmartre’daki Lepic sokağında rahat bir daireye yerleşti. Paris’in büyük bulvarlarındaki tablo satıcılarının vitrinleri önünde dolaşıp durdu; Julien Tanguy’nin dükkánının müdavimi oldu ve hatta Japon estamplarını fon diye kullanarak Tanguy’nin bir portresini yaptı. Delacroix ile Puvis de Chavannes’ın resimlerine ve süslemelerine, Monticelli’nin kalın boya tabakasıyla gerçekleştirdiği, renkleri çok canlı natürmortlarına hayran kaldı. Izlenimcilik onu şaşırttı ama aynı zamanda aydınlık resmi bulmasını da sağladı. 1887 ilkbaharında, dostu Signac, onu açık havada çalışmak üzere Asnires’e götürdü. Yeni izlenimciliğin etkisiyle, fırça darbeleri parçalara ayrıldı, paleti aydınlandı. Van Gogh tablolarına artık saf renk dokunuşlarıyla belirginleşen ince gri nüansları katmaya başladı. Yakın banliyöden görünen birçok Paris manzarası yaptı; bu tablolarında, doğmuş olduğu ülkenin hiç de yabancı olmadığımız görüntülerini çağrıştıran Montmartre değirmenleri göze çarpıyordu. Kasım 1887’de Clichy yolundaki Grand Bouillon’da hem kendi eserlerini, hem de arkadaşları ƒmile Bernard, Louis Anquetin ve Toulouse-Lautrec’in eserlerini sergiledi. Ressam Cormon’un atölyesinde tanımış olduğu bu arkadaşları kendilerine "Küçük Bulvarın Izlenimcileri" adını vermişlerdi. Van Gogh, Paris’te geçirdiği iki yıl içinde aşağı yukarı 220 tablo ve desen gerçekleştirdi: bunların arasında kendi portreleri, şehir manzaraları, çiçek resimleri, heykel ve Japon estampı kopyaları, meyve, ayakkabı ve kitap natürmortları (Paris Romanları) vardı. Hollanda dönemine ilişkin karanlık üslubu bıraktıktan sonra kalın bir boya tabakası sürdüğü palet bıçağının yanı sıra fırça da kullandı ve işlediği motiflere biçim veren dokunuşları görünür durumda bıraktı. Çoğunlukla ışıl ışıl parıldayacak biçimde vurulan bu fırça darbeleri, işlenen konuya özel bir titreşim katıyordu. Van Gogh’un sanat anlayışı, sadece birkaç ay içinde tam anlamıyla değişmişti. Ama gerek çalışma hırsı, gerekse Montmartre’ın zevk ve eğlence çevrelerine düşkünlüğü nedeniyle hem kafaca hem de bedence yorgun düştü. Şubat 1888’de, dinlenmek ve daha yumuşak bir iklimde yaşamak için Fransa’nın güneyine gitmeye karar verdi.
ARLES VE SAINT-RƒMY
Ama Van Gogh çok geçmeden hayalkırıklığına uğradı: geldiği Arles şehrinin dondurucu bir kışı vardı; ayrıca giyim kuşamını ihmal etmesi ve sert davranışlarıyla, bu şehirde ilgi yerine kuşku uyandırmıştı. Bütün geliri kardeşinden gelen para olan Vincent önce küçük evlerde kaldı, eylülde "Sarı Ev" olarak adlandırılan evde kiraladığı dört odaya yerleşti. Çektiği maddi sıkıntılara rağmen sanatçı gelir gelmez işe başladı. Ilkbaharla birlikte kırsal bölgeler hayranlık uyandıran görüntülere bürünüyor, kiraz ağaçları çiçeklenerek Japonya’yı hatırlatan tablolar oluşturuyordu. Ressam, Arles kanalı köprüsü yakınlarında Port-de-Bouc’ta oyalanıyor (L’Anglois Köprüsü), orada gezinenlerin, köprüden geçen yük arabalarının ve çalışan çamaşırcı kadınların resimlerini yapıyordu. Haziran başlarında Van Gogh, Saintes-Maries-de-la-Mer’de bir süre kaldı; sahile yerleşerek sürekli yenilenen bir manzarayı birkaç çizgiyle resmetmek istiyordu. Desen káğıtlarını kamış kalem kullanarak çini mürekkebiyle kaplıyor, kendi yaptığı perspektife uygun çerçeve sayesinde manzara ile ilgili çok kesin notlar alıyordu; böylelikle her öğe, tahtadan bir kasnağa yatay ve düşey olarak gerilmiş iplerin yarattığı kareli görüntü sayesinde kolayca yerine oturtulabiliyordu. Van Gogh daha sonra sahil manzaraları yapmak için atölyede yaptığı etütleri yenide ele aldı. Bu desenler, onun konuyu büyük deformasyona uğratmasına yol açan doğal, içten gelen bir anlatıma egemen olmasını sağlıyordu. Arles’a yeniden döndüğünde, açık hava çalışmalarını sürdürdü, çini mürekkebiyle tarlada çalışanların resimlerini çizdi, daha sonra da bunları tablo haline getirdi.
Van Gogh, Gauguin ve ƒmile Bernard ile Fransa’nın güneyinde (Midi) bir atölye, Pont-Aven’dakine benzer bir sanatçılar topluluğu kurmak istiyordu. Gauguin’e ithaf ettiği kendi portresini buna karşılık olarak ona, gönderdi. Gauguin de buna karşılık olarak ona, yüz çizgilerin iyice belirginleştirdiği ve bile bile Jean Valjean’a benzettiği bir tuval yolladı; tablonun adıysa Sefiller’di. Her iki sanatçı da birbirinin düşüncesini almadan kendilerini toplumun paryaları olarak temsil etmişlerdi. Gauguin Arles’a gitmek üzer Pont-Aven’dan ayrıldı ve 23 Ekim 1888’de Arles’a vardı. Ancak iki sanatçı, bir araya geldikten sonra, umdukları gibi pek öyle huzurlu bir hayat yaşayamadılar. Onları birbirine karşıt kılan şeyin ne olduğunu kısa sürede fark ettiler: zevkleri ve yaşama ritimleri. Ilk günlerde Gauguin çalışma ve dinlenme günleri belirlemek istedi. Iki ressam bazen yan yana aynı motifler üstünde (Alyscamps’ların bahçesi, şehrin çevresindeki kırlar, gece kahvesi) çalışıyorlardı, ama Gauguin Arles’daki yaşama biçimini hiç beğenmiyordu. Sık sık kavga ediyorlardı. Böyle bir kavgadan sonra Vincent kulağını usturayla kesti ve kopan parçasını bir fahişeye hediye etti. Bunlar olup biterken Gauguin olay yerinde değildi; ama yine de tutaklandı. Serbest kalır kalmaz ThZo’dan kardeşinin yanına gelmesini rica etti. Üç gün sonra 26 Aralık’ta iki adam birlikte Paris’e döndü. Vincent ise hastaneye yatırılmıştı. Düşünülenin tersine Van Gogh kısa zamanda kendine geldi. Atölyesine döndü, sargılı kulağını gösteren bir portresini yaptı. Ne var ki bu iyileşme geçiciydi. Kaygılar, sıkıntılar kısa sürede ressamın ruh sağlığını bozmuştu. Van Gogh şubatta yeniden hastaneye yatırıldı, sonra kendi isteğiyle Saint-RZmy yakınlarındaki Saint-Paul-de-Mausole’e yattı. Buranın müdürü atölye olarak kullanması için ressama bir oda verdi. Van Gogh, ya pencereden dışarıya bakarak ya da hastanenin bahçesinde çalıştı, bahçedeki çiçekleri, çınar ağaçlarının ve çeşmenin resmini yaptı. Bazen bir hastabakıcı eşliğinde hastane dışına çıkıyor, zeytin ağaçlarını ve selvileri, boyayı kalın tabakalar halinde kullanarak tablolarına aktarıyordu. Bu ağaçların kıvrımlı, dolambaçlı biçimleri, gökte döne döne ilerleyen korkunç bulutlarla uyum içindeydi. Bu tablolar ressamın acılarını, sıkıntılarını yansıtıyordu. Bundan sonra geçirdiği delilik krizleri 1889 Temmuz’unun ortalarından 1890 kışına kadar birbirini izledi ve çalışmalarını engelledi. Kısa süren yatışma dönemlerindeyse ressam Millet’nin estamplarını kopya ediyordu. Bunlar röprodüksiyondan çok renkli gerçek birer eser niteliğindeydi.
AUVERS-SUR-OISE
Bir süre için sağlığına kavuşan sanatçı Auvers-sur-Oise’a hareket etti, bu arada Paris’e de uğradı. Orada, tuvallerinin ThZo’nun dairesinde yığılı olduğunu gördü, bu ona çok acı verdi, çünkü tabloların satışı için ThZo’ya güveniyordu; öte yandan bazı tuvallerinin de Peder Tanguy’nin evinde, bir "tahtakurusu deliğinde" süründüğü de gözünden kaçmadı. Yalnızlığına ve hastalığına rağmen ressam hiçbir zaman kendini kabul ettireceği umudunu yitirmedi. Mayıs sonunda Auvers-sur Oise’da, küçük, gösterişsiz Sanit-Aubin oteline, sonra da Ravoux kahvesine yerleşti. Koleksiyoncu olan ve kendisine yakınlık gösteren Doktor Gachet tarafından tedavi edildi. Van Gogh onun iki kez portresini yaptı. Güzel yaz günlerinde kır manzaraları, buğday tarlalarını, saman yığınlarını konu aldığı tuvaller de yapıyordu. Bu kompozisyonlarda geleneksel olana bir dönüş vardır, ama yine de fırça darbeleri çok daha belirgindir ve bir yürek darlığı bir iç sıkıntısı kendini belli eder. Hayatını tehdit eden tehlike, tablolarında, buğday tarlaları üstünde uçuşan kargaların belirmesiyle açığa çıktı. Sanatçı ölümü böyle üzüntü verici bir manzara içinde seçti ve 27 Temmuz 1890’da göğsüne bir kurşun sıktı; iki gün sonra da öldü. Altı ay sonra ThZo da öldü. Iki kardeş Auvers-sur-Oise mezarlığında yan yana gömülmüşlerdir.
AUVERS-SUR-OISE-KILISESI
Van Gogh bu gotik kilisenin resmini yapmak için şövalesini meydanının alt kısmına yerleştirmiştir. Amacı çan kulesini ve mihrap bölümünü kompozisyonunun içine alabilmektir. Bu alttan görüş sayesinde yapının piramit biçimi iyice vurgulanmış olur. Seçtiği konuyu gerçekçi bir biçimde vermek kaygısı içinde olmayan ressam, mimari kütlelerin dengesi, eklemlenişleri ve yukarıya doğru yükselmeleri üstünde ısrarla durur. Isteyerek deforme ettiği deseni, biçimlerde bir dramatizasyona yol açar. Binaya bulutların mavi rengi vurur, vitraylarda küçük bir nüansla lacivert olarak belirir. Işık kilisenin çıkıntılı sivri köşelerine takılır, çatılardan uzun ve beyazımsı çizgiler halinde biçimleri çevreleyerek akar. Van Gogh yapmakta olduğu tablo ile ilgili olarak kızkardeşine yazdığı Haziran 1890 tarihli bir mektubunda şöyle der: "[...] öyle bir etki ki, burada derin ve sade bir saf kobalt mavisi gök içinde bina morumsu görünüyor, vitraylı pencereler sanki lacivert lekeler gibi, çatı mor, bir bölümü de turuncu. Ön planda çiçekli küçük bir çimenlik ve üstüne güneş vurmuş pembe bir kumluk." Tablonun birinci planı, tepesi aşağıda bir üçgen oluşturur; bu, kilisenin ters dönmüş biçimidir. Soldaki yolda ilerleyen köylü kadın bize kompozisyonun ölçeğini verir. Sanatçı ölümünden bir ay önce yapmış olduğu bu şaheseri, kendisini tedavi etmeye ve yatıştırmaya çalışan dostu Doktor Gachet’ye hediye etmiştir. Tablo günümüzde Paris’teki Orsay Müzesi’ndedir.
Vincent Van Gogh 30 Mart 1853’te Zundert’te (Hollanda), bir Protestan papazının oğlu olarak dünyaya geldi. Iyi bir genel eğitim aldıktan sonra 1869’da, Lahey’de sanat tüccarı Goupil’in yanında çalışmaya başladı. 1873’ te, kendisinden dört yaş küçük olan kardeşi ThZo da Goupil’in Brüksel’deki bir şubesine girdi; aynı günlerde Van Gogh da şirketin Londra’daki şubesine atandı. Van Gogh ölünceye kadar kardeşiyle mektuplaştı. Belli bir yerde durmayan, birçok ülke ve şehir değiştiren, ailesiyle sürekli bozuşup barışan Van Gogh, sinirli ve coşkulu bir karaktere sahipti; belki de buna bağlı olarak toplum dışına itilmiş kişilerle ilgilenmeye başladı ve vaiz oldu. Mons bölgesinde (Belçika) yer alan Borinage’daki küçük çocukları eğitmekle görevlendirildi Onları öylesine büyük bir coşkunlukla eğitmeye çalıştı ki sonunda hasta düştü. Böylesine aşırı bir coşku göstermesi öbür kilise mensupları tarafından hoş karşılanmadı ve Van Gogh kısa bir süre sonra görevinden alındı.
HOLLANDA YILLARI
Geçirdiği bu deneyimin yanı sıra Dickens’ın, Dostoyevski’nin kitaplarından da büyük ölçüde etkilenen Van Gogh, yirmi altı yaşındayken ressam olmaya karar verdi. Artık gizemci arayışını sanat alanında sürdürecek, Millet’nin köy yaşamını konu alan tablolarını kopya etmeye başlayacak ve akrabası olan ressam Anton Mauve’un öğütlerini dinleyecektir. Ne var ki ThZo ile birlikte sanatçının tek desteği olan Anton Mauve, bir süre sonra, fazla tuhaf bulduğu Van Gogh’a sırt çevirdi. Vincent’ın sanat tüccarı olan bir amcası kendisine on iki Lahey manzarası ısmarladı. Van Gogh bunun üzerine resimlemeci (illüstratör) olmaya yöneldi. Nuenen’deki ana babasının yanına dönünce köy yaşayışından sahneler resmetti ve natürmortlar yaptı. Gündelik hayattaki nesneleri ışık-gölge karşıtlıklarıyla veren bu kompozisyonlarında XVII. yy. Hollanda ressamlarından (Rembrandt, Gerard Dou, Gabriel Metsu) esinlendi. 1885 yılının kışında, elli kadar köylü yüzü çizdi; bunlar sofrada bir yemek anını canlandıran daha iddialı bir kompozisyon için yaptığı etütlerdi. Yakınları ve çevresindekiler kendisine poz verdiler ve Van Gogh bütün gücüyle sefaleti, umutsuzluğu ve boyun eğmeyi anlatmaya çalışırken, bu özellikleri de şiddetli ışık ve gölge karşıtlıklarıya daha yoğun hale getirdi. Nisan 1885’te, babasının ölümünden bir yıl sonra Van Gogh Patates Yiyenler adlı o büyük kompozisyonuna son fırçasını da vurdu. Ama köyün papazı, kilise mensuplarından ona artık poz vermemelerini istedi. Bunun üzerine sanatçı Nuenen’den ayrılarak Anvers’e gitti ve orada kendisi için son derecede önemli olan iki keşifte bulundu: bunlardan biri Güzel Sanatlar Müzesi’nde görüp hayran kaldığı Rubens’in tablolarıydı, öbürüyse Doğu’nun ilgi çekici eşyalarını satan dükkánlarda gördüğü Japon estamplarıydı. Modele bakarak çalışmak için Güzel Sanatlar Akademisi’ne kaydını yaptırdı; ama bu arada ticari amaçla portreler ve şehirden görüntüler çizmeyi de sürdürdü. Başarısız olması üzerine cesareti kırıldı ve 1 Mart 1886’da Paris’e hareket etti.



Van Gogh'un kişisel yaratıcılığı
Van Gogh"Içgüdünün, esinin, içten gelen dürtülerin, bilincin, çoğu insanın düşünemediği ölçüde iyi yol göstericiler olduğunu ileri sürüyorum" sözleriyle yücelten Van Gogh, eserlerini yaşadığı süre içinde değerlendiremeyen sanatseverlerin sınırlı dünyasını aşıyordu; ölümünden yüz yıl sonra eseri baş döndürecek bir yüceliğe erişecektir. Yalnızca mistisizmin alkole karşı açtığı savaşla nitelenen yazgısıyla değil, renklere simge gücü, hatta bir "tedavi gücü" katan dehasıyla da evrenselleşecekti. Çağdaşlarınca barbar olarak nitelenen üslubu, yaşadığı dönemde çok az kişinin değerlendirebileceği uluslararası bir kültüre dayanıyordu. Rembrandt’ı, Rubens’i, Holbein’ı, Ingiliz ön-Raffaellocuları, Barbizon Okulu’nu, Delacroix’yı, Millet’yi ve Hokusai’yi tanıyordu... Dürer’den en modern desencilere varıncaya kadar, gravürlere tutkulu bir hayranlık duyuyordu. Ayrıca Shakespeare’den Zola’ya tüm yazarları okumuş olan Hollandalı ressam, XX. yüzyıl sanatçılarını en çok etkileyen kişidir. Ne var ki CZzanne’ın Sainte-Victoire Dağı’nı Yıldızlı Gece’yle karşılaştırdığımızda, ilkinin klasikçiliğe, ikincisininse baroka yaklaştığını, böylelikle de bu iki ressamı birbirinden ayıran mesafeyi görürüz.
Yaptığı kendi portreleri, Van Gogh’un yaratıcı gücünün eseri olan manzaralarındaki gibi, arı rengi esas aldığını kanıtlar. Fransa’da, Almanya’da, Belçika’da ve bütün dünyada gençlik ona hayranlık duydu; bu hayranlık günümüzde de sürmektedir.
"Van Gogh’u babamdan çok seviyorum"
Van Gogh, yaşadığı süre içinde bir tek tablosunu satabildi. Kırmızı Üzüm Bağı adlı bu tabloyu, dostu Eugne Boch’un kız kardeşi olan Anna Boch satın almıştı. Yeni kuşağın, onun uzun süre belirli bir çevre içinde tanınan, bilinen sanatının resim alanına getirdiği dinamik ifade gücünü keşfetmesi ve yaptığı kendi portrelerine, modern resmin babası gözüyle, kendi aile resmi duvarda asılıymışçasına bakması için, ölümünün üzerinden 15 yıl geçmesi yetecektir. Daha 1892’de, kardeşi ThZo’nun dul karısı Johanna, Amsterdam’da onun 100 kadar tablosunu ve desenini sergilemişti. ƒmile Bernard, Paris’te 1893’te Le Barc de Boutteville Galerisi’nde onun 16 tablosunu sergiledi. Almanya’da açılan sergilerde de bazı eserleri görüldü; ama Paris’te 1901’de Bernheim Galerisi’nde, 1905’teyse Dresden’deki Arnold Galerisi’nde ve Amsterdam’daki Stedelijk Museum’da (473 eser) açılan sergiler, Van Gogh ’un XX. yy sanatı üzerindeki görkemli etkisini perçinleyen sergiler oldu. CZzanne, 1903’te ƒ. Bernard’ın "Gaugin’lere ve Van Gogh’ lara sırtını dönmesini" dilerken, Picasso gibi gençler, Hollandalının etkisiyle "biçimin rengini, canlılığını" keşfediyorlardı.
Onun resme getirdiği büyük ritimden ve renk yoğunluğundan dışavurumculuğun öncülerinden Edvard Munch, Paris’te, 1888-1890’da; James Ensor, Yirmiler Derneği’nin Brüksel’de açtığı sergide esinlenme imkánını bulacaklardı; ama onun örneklerinden en çok yararlananlar Fransa’da fovist grup, Almanya’da Die Brücke ("Köprü") grubu oldu. 1905’teki Sonbahar sergisinde ve onu izleyen yıllarda, fovizm akımından önceki fovistler olan Matisse’in, Derain’in, Vlaminck’in ve Hollandalı Van Dongen’in yaptığı tuvaller, Anversli ustaya görsel bir saygının ifadesi olarak kabul edilebilir. Dresden’de 1907’de Die Brücke grubunu oluşturan sanatçılardan Kirchner’in, Schmidt-Rottluff’un, Pechstein’in vd’nin sergiledikleri resimlerdeki hırçın çizgilerden ve renk coşkusundan da aynı izlenim taşar. Hepsi, Vlaminck’in, Matisse ve Derain ile birlikte 1901’de açılan sergide Vincent’ın resmini keşfetmelerinden sonra, sergiden çıkarken yüksek sesle söylediği bir sözün etkisinde kalmışa benzerler: "Van Gogh’u babamdan çok seviyorum."
Tinsel düşler ve plastik yenilik
Van Gogh, meslek yaşamının en çarpıcı dönemini Güney Fransa’da, Provence’da geçirdi; CZzanne da Provence’lıdır ve Fransızlar bu vesileden yararlanarak, bu bölgede geçirdiği günler Van Gogh’u "Provence manzaralarının tuvale aktarılmasında CZzanne (2) ile aynı çizgiye getirdi" gibi değerlendirmeler yapmaktan hoşlanırlar. Ve şöyle devam ederler: "Vincent, büyüğü olan bu ustanın resimlerini Tanguy Baba’nın (Montmartre’da sanatçıların boyalarını aldığı satıcı) dükkánında sık sık görmüştü". Oysa Vincent’nın güneye gidişindeki amaç başkaydı. Taşbaskılara düşkünlüğünün yarattığı düşsel bir Japonya. Arles’daki odasının duvarına astığı, kesik kulaklı, heyecan verici kendi portresinin (1) arkasında görülen Fuji-Yama taşbaskıları onu heyecanlandırıyordu. Saint-Remy’de yaptığı Yıldızlı Gece (3) adlı tablosu, Van Gogh’un tüm tinsel ve plastik araştırmalarının yoğunlaştığı tablodur.

BAŞLICA ESERLERİ
1885 Patates Yiyenler
1886 Çizmeler
1887 Sarı         Kitaplar 
(Paris Romanları)
Tanguy Baba’nın Portresi
1888 L’Anglois Köprüsü
Postacı Roulin
Ayçiçekleri
Gece Kahvesi
Vincent’ın        Arles’daki Odası
1889 Sarılı Kulağı ve Piposuyla Kendi Portresi
Akıl Hastanesinin Bahçesi
Yıldızlı Gece
Kendi Portresi
1890 Dr. Gachet’nin Portresi
Kargalı Buğday Tarlaları
Share this article :

Yorum Gönder

 
Support : Creating Website | Johny Template | Mas Template
Copyright © 2011. teleyorum - All Rights Reserved
Template Created by Creating Website Published by Mas Template
Proudly powered by Blogger