Charles Darwin

22 Şubat 2010 Pazartesi0 yorum

Charles DarwinBilim tarihinin en önemli biyologlarından biri olan Darwin, bilimadamlarının gözünde türlerin evriminin gerçek olduğunu ilk defa kanıtlayan bilgindir; halkın gözündeyse "insan maymundan türemiştir" kuramının babası olmaya devam ediyor.


Charles Darwin’in kuramı felsefi alanda büyük bir yankı uyandırdı, çünkü bu kuram insanın evrendeki yeriyle ilgili görüşü tamamen değiştirdi. Daha doğrusu Darwin, Kopernik’in üç yüzyıl önce başlattığı, insanın kozmostaki üstün konumuna son veren, onu "tahtından indiren" hareketin tamamlanmasını sağlamış oldu. (XVI. yy’da Polonyalı astronom, Güneş’in Dünya çevresinde değil, Dünya’nın Güneş çevresinde döndüğünü söyleyerek, insanoğlunun yaşadığı toprağın evrenin merkezi olduğu yolundaki, genel kabul gören görüşü sorgulamıştı.) XIX. yy’da, Darwin’le birlikte, bu defa insanoğlunun dünyadaki yeri sorgulanıyordu: Ingiliz doğabilimciye göre insanoğlu da yeryüzüne diğer hayvan türlerinin tabi olduğu mekanizmaya göre gelmişti.
KEŞİF YOLCULUĞU
Charles Darwin 1809’da Shrewsbury’de (Birmingham’ın batısı), hali vakti yerinde bir ailenin çocuğu olarak doğdu (babası hekimdi). 16 yaşında tıp öğrenimi görmesi için Edinburgh Üniversitesi’ne gönderildi. Ancak bu konu ilgisini çekmediği için babası ona rahip olmasını ve bu amaçla Cambridge Üniversitesi’nde öğrenim görmesini önerdi. Bununla birlikte, Darwin’i en çok ilgilendiren konu doğa tarihiydi. Çocukken koleksiyon yapmaktan (kınkanatlılar, mineraller) ve kırda gezinirken kuşları gözlemekten çok hoşlanırdı, daha sonra Edinburgh’da deniz kabukları koleksiyonu yaptı. Kuş avlamayı ve sonra onları tahnit etmeyi öğrendi. Bu çalışmalar onu yerel doğa tarihi dernekleriyle ilişki kurmaya (kısa süre sonra söz konusu kurumların yayımlarında, topladığı hayvan örnekleri üzerine kısa incelemeleri yayımladı) ve tecrübeli doğa, bilimcilerin arasına karışmaya yöneltti. Özellikle Cambridge’de botanik profesörü, saygın bir isim olan Joseph S. Henslow’la dost oldu; onun sayesinde, kraliyet deniz kuvvetlerine ait Beagle gemisinin Güney Amerika kıyılarında yapacağı resmi keşif gezisine katılmak olanağını buldu. Keşif yolculuklarının sayısı XVIII. yy’dan beri artmıştı. Egzotik bölgelerin coğrafyası, faunası ve bitki örtüsü üzerine şaşırtıcı bilgiler derleyen Kaptan Cook gibi káşifler, büyük bir ün kazanmışlar ve bilgilerin önemli ölçüde artmasını sağlamışlardı. Darwin Cambridge’deyken, büyük bir doğabilimci ve XIX. yy başlarının kaşiflerinden olan Alexander von Humboldt’un eserlerini ilgiyle okumuştu. Humboldt onda, bir keşif gezisine katılmak ve otobiyografisinde de belirteceği gibi, "doğabiliminin soylu yapısına bir katkıda bulunmak" isteği uyandırdı. Bu bağlamda Beagle’la yolculuğa çıkmak teklifi tam yerini bulmuş oluyordu. 27 Aralık 1831’de gemi beş yıl sürecek (2 Ekim 1836’ya kadar) ve Charles Darwin’in kaderini değiştirecek bir yolculuk için denize açıldı.
1838’de Darwin, artık teorisinin temel noktalarını geliştirmişti. Fakat, Darwin çalışmalarının sonuçlarını yayımlamakta duraksadı ve 1858’ de A.R. Wallace’ın türlerin evrimi, var olma mücadelesi ve hayvanların üreme hızı ile ortalama sayılarının yiyecek miktarına bağlılığı konularını ele aldığı çalışması eline geçene kadar 20 yıl bekledi. Durum böyle olunca, dostları işi oldu bittiye getirip 1 Temmuz 1858’de Londra’daki LinnZ Derneği’nde Türlerin Çeşitlilik Eğilimi ve Doğal Ayıklanma Yoluyla Türlerin Çeşitliliğinin Devamı Üzerine ortak başlığıyla Darwin’in ve Wallace’ın bildirilerini okudular. Darwin, en önemli kitabı Türlerin Kökeni’ni ancak 1859’da yayımlayacaktı.
EVRİMİN İTİCİ GÜCÜ: DOĞAL AYIKLANMA
Türlerin evrimi artık ortama uyum sağlama ile değil, ayıklanma kavramıyla açıklanmaktadır.
Canlı kavramı, ancak ortam kavramına bağlı olarak anlam kazanır. Lamarck’a göre ortam, organizmanın uymak zorunda olduğu "etkili koşullar" bütününü belirtirken, Darwin, canlının diğer canlılarla ilişkisini vurgular; canlı, başkalarıyla rekabet, yararlanma ve yok etme ilişkilerini sürdürür. Hem av, hem de avcı olduğu gerçek ortamı oluşturan da diğer canlılardır. Gücün sürekli egemen olduğu bu dünyada, bu yaşam kavgasında, bir bireyde meydana gelen yapısal değişimler, ya onun lehine ya da aleyhine rol oynayacaktır. En iyi silahlanmış bireylerin soyları daha kalabalık, diğerlerinin ise tersine sayıca daha az olacaktır. Demek ki doğa, avantaj niteliğindeki bazı değişimleri koruyup dezavantaj oluşturanları eleyen bir elek görevi görmektedir. Darwin, "bu elverişli değişimlerin korunup elverişsiz olanların atılmasına doğal ayıklanma adını veriyorum", diye yazmıştır. Darwin’e göre bu değişimler büyük boyutlu değildir, ama soylara göre küçük farklılıklar gösterirler. Sadece aşamalı olarak birikenler kayda değer değişimlere yol açar. Böylece, klasik formüle göre "doğa, sıçrama yapmaz" ve evrim, çeşitlilik üzerindeki doğal ayıklanmadan kaynaklanan türlerin, yavaş ve aşamalı değişiminden başka bir şey değildir. Burada söz konusu olan, yenilikçi ama olumsal, doğanın gizli düzenini ifşa etmekle hiçbir ilgisi bulunmayan ve her türlü kayırımcılığa karşı olan uzun ve kör bir süreçtir.
Darwin’in teorisi genel bir kabul görmüştür. Ancak Lamarck’ın, edinilmiş özelliklerin kalıtımla aktarıldığı biçimindeki artık terk edilmiş anlayışını koruyan ve çeşitliliklerin kaynağına yeterince inmeyen bu teori, zorunlu olarak birçok kez yeniden gözden geçirilmiştir.
DARWİNCİLİĞE SALDIRILAR
Türlerin Kökeni’nin yayımlanmasından sonra Darwin, korktuğu gibi, felsefi-dini alanda şiddetli saldırılara uğradı (zaten kuramını yayımlamak için yirmi yıl beklemesinin sebeplerinden biri de buydu). Tartışmanın en can alıcı bölümlerinden biri, Ingiliz Bilimsel Ilerleme Derneği’nin 30 Haziran 1860’ta Oxford’da toplanan yıllık oturumunda meydana geldi. Anglikan Piskoposu Samuel Wilberforce bu toplantıda Darwin’in kuramının bütününe saldırdı, Wilberforce’a göre, doğanın hiçbir yerinde türlerin dönüşüme uğradığı görülmemişti, hele insanın bir maymun türünden gelmesi kesinlikle dünüşülemezdi. Darwin o oturumda bulunmadığı için onun yerine dostları, biyolog T. H. Huxley ve özellikle de J. Hooker cevap vererek, piskoposun öne sürdüğü bilimsel kanıtların zayıflığına dikkat çektiler. Kitabın yayımlanmasını takip eden yıllarda, bilim adamlarının çoğu Darwin’in kuramını benimsedi. Bunlardan, ancak ünlü biyolog Louis Agassiz gibi bazıları türlerin değişmezliğini ısrarla savunacaktı (Agassiz, art arda bir dizi yaratılış gerçekleştiğini, 1873’te ölünceye kadar savunmaya devam etti).
Daha sonra, türlerin evrimini yadsıyanlar, yalnızca bilim adamı olmayanlardan da çıktı; bunlar Amerikan köktencileri gibi bütüncülük yandaşlarıydı, bunlar bugün de evrim kuramının ABD’deki okullarda öğretilmesine karşı çıkıyorlar. Bununla birlikte, Anglikan Kilisesi’nin tutumu zamanla yumuşadı ve Darwin 1882’de öldüğünde yüksek rütbeli din adamlarının övgüleri arasında Westminster’de Newton’un yanına gömüldü. Ancak Katolik Kilisesi evrim fikrini ancak 1950’de, Papa XII. Pius’un Humani Generis başlıklı genelgesiyle kabul etti.
Birçok bilim adamı türlerin evrimi fikrini kabul etmekle birlikte, doğal ayıklanma kavramına karşı çıktılar. Onlar hayvanların çevreye uyumunu açıklamak için, doğal ayıklanmadan çok, kazanılmış özelliklerin soyaçekimi ilkesine başvuruyorlardı (onlara göre, zürafa ağaçların yüksek kesimlerindeki yaprakları yemek için uzun bir boyuna sahipti ve bu özelliğini döllerine aktarmıştı). Bu anlayış Lamarck’ın eski kuramında da bulunduğundan, bu okula "Yeni-Lamarckçı" adı verildi (bu okulun Fransa’da pek çok yandaşı vardır; son büyük Yeni-Lamarckçı Zoolog Pierre Paul Grasse, 1985’te öldü). Bu araştırmacılardan çoğu, evrimin, doğal ayıklanma kuramının öne sürdüğü gibi rastlantı eseri gerçekleşmediğini ve en karmaşık canlı durumundaki insanın ortaya çıkışının zorunlu olduğunu, çünkü onun kozmik evrimin bütününe bir anlam kazandırdığını savunurlar. Bu tip kuramların Fransa’daki yandaşları arasında filozof Henri Bergson’u (Yaratıcı Tekamül, [l’Evolution Creatrice, 1907]), daha sonra da cizvit ve paleontolog Pierre Teilhard de Chardin’i ("Insan Olgusu" [le PhZnomen humain, 1955]) sayabiliriz.
EugenIk bIlImI ve sosyal DarwIncIlIk
Eugenism, doğal ayıklanma düşünçesinden kaynaklanmış olan girişimlerin en tehlikelisi olarak kabul edilir.
Eugenism, Darwin’in kuzeni olan Francis Galton’ın çalışmaları sonucunda ortaya çıktı. Galton, ırkların sınıflandırılması düşüncesini ve "en yetenekli" olanlarının gelişmesini desteklemek gerektiğini savundu. 1870’ten nazizmin yükselişine kadar olan ilk dönemde, özellikle bol miktarda Ingilizce ve Fransızca eser aracılığıyla bu düşünceler yayıldı. Burada amaç, özellikle sosyal yardımları en yetenekliler"e aktararak bunların çoğalmasını kolaylaştırmaktır. Bu düşünceleri sistemli bir şekilde uygulamaya koyan Hitler, işi "aşağı ırk"tan saydığı insanların elenmesine kadar vardıracaktı. Genetik alanındaki başarılar, örneğin bazı hastalıklarda etken olan "kötü genler"in ortaya çıkarılması veya ayıklanması şeklinde bilimsel bir seçimi mümkün kılmaktaydı. Eugenism uygulamaları kolaylıkla otoriter ve polisiye bir görünüm alırken, sosyal Darwincilik, insan davranışlarını, doğal dünyaya özgü yaşam mücadelesi modeline göre yorumlamakla yetinme niyetindeydi. Ilk temel biçimi, rekabet ve ayıklanma düşüncesinin toplumsal plana aktarılmasıydı; bu da, XIX. yy’da başarı kazanan ekonomik liberalizmdir. 1970’li yıllarda ortaya çıkan ve "hümanist" sosyobiyoloji diye adlandırılabilecek olan ikinci biçimi, insan davranışlarının tümünü genetik bir temele indirgemeye çalışır. Ahlaki planda tartışmaya bile gerek kalmadan, Eugenism ile sosyal Darwinciliğin birçok karışıklık üzerine kurulu olduğunu söylemek gerekir. Insan topluluklarının genetiği, ırk düşüncesinin ne kadar az güvenilir olduğunu göstermiştir. Her toplum, tek bir tipin varlığı ile değil, genetik çok biçimlilikle nitelik kazanır. Öte yandan, "Darwinci yetenek" ve doğal ayıklanma kavramları, kesinlikten yoksundur. Bu noktada ideolojik çabaları, bilimsel kavramlara bağlı olanlardan ayırt etmek gerekir.





Charles Darwin düşünce kaynakları
Charles DarwinDarwin, evrim kuramının doğal ayıklanmayla ilgili bölümünde iki ayrı kaynak eserden esinlenmişti: bir yandan, 1838’den itibaren Thomas Malthus’un "Toplumun Gelecekteki Gelişmesine Etkileri Açısından Nüfusu Üzerine Bir Deneme"sini (An Essay on the Future Improvement of Society), okumuştu; diğer yandan, Cambridge’deki öğrenciliği sırasında, hayvan yetiştiriciliğinin uyguladığı ıslah ve ayıklama çalışmaları hakkında bilgi edinmişti.
Malthus’a göre, bir insan veya hayvan topluluğu, bütün bireyleri yetişkin yaşa gelir ve ürerse çok büyük bir hızla iki katına çıkabilir. Darwin buradan hareketle hayvan topluluklarının az çok kararlı bir nüfusu korumalarını, çok sayıda bireyin üreme yaşına gelmeden ölmesine bağlamaktadır. Ancak kendilerini yaşam koşullarına iyi uyarlayanlar üreyecek yaşa gelebilmektedir. Her şey sanki yaşam zorlukları üremeye yatkın bireyler arasında bir ayıklama yapıyormuş gibi gerçekleşmektedir ("doğal ayıklanma" deyimi de buradan gelmektedir).
Buna karşılık Darwin, üreyecek bireylerin at, sığır veya köpek yetiştiricileri tarafından bilinçli olarak ayıklandığına işaret eder. Doğal ayıklanmanın tersine, bu suni ayıklama, bireylerin verimliliklerinde (ineklerin süt verimi, tavukların yumurtladığı yumurta sayısı) veya bedensel görüşlerinde (buldog, foksteriyeden veya senbernardan çok farklı bir görünüşe sahiptir) çok belirgin bir değişiklik meydana gelmesini sağlar. Demek ki kaynak türün bir çeşidinin zaman içinde yeterince evrim geçirerek çok farklı özelliklere sahip yeni bir türün kaynağı haline gelmesi mümkündür.
Darwin, Türlerin Kökeni’ni yayımladığı sırada, doğal ayıklanma konusunda dolaysız bir kanıt ortaya koyabilmiş değildi. Dört yıl sonra Ingiliz doğabilimcisi Henry W. Bates, bazı Amazon kelebeklerinin, kanatlarında, kuşların yemekten kaçındıkları pis kokulu bir kelebeğin kanatlarında bulunan renkli motiflere benzer motifler taşıdıklarını belirtiyordu. Bu tür bir öykünme ancak doğal ayıklanmayla açıklanabilir: bir kelebeğin renkli motifleri, pis kokulu türün motiflerine ne kadar çok benzerse, hayatta kalma ve döl bırakma şansı da o kadar yüksek olacaktır. Belli bir süre sonra, pis kokulu kelebekler ile onları taklit edenler arasındaki benzerlik neredeyse mükemmel bir hale gelecektir. Darwin bu örneği Türlerin Kökeni’nin daha sonraki baskılarında kullandı.
EVRİMİN KANITLARI
Darwin kitabının daha ilk baskısında, sonunda meslektaşlarını ikna edecek ve her zaman kabul gören ve günümüzde de öğretilen beş temel kanıtını öne sürdü. Bunlardan birincisi paleontolojiyle ilgilidir: fosil türler ne kadar eskiyse, yaşayan türlere o kadar az benzerler. Ikinci kanıt biyocoğrafyayla ilgilidir: bir ana türden gelen türler genellikle atalarıyla aynı coğrafi bölgede yaşarlar (bu yüzden, Güney Amerika, Güney Afrika veya Avustralya faunaları’nda hemen hemen aynı iklim hüküm sürse de aynı hayvanlardan meydana gelmez; bu bölgeler başlangıçta ataları farklı olan türlerin barınağıydı; mesela keseli hayvanlara Avustralya’da rastlanıyor, buna karşılık Afrika’da rastlanmıyordu). Üçüncü kanıt sınıflandırmayla ilgilidir: biyologlar türleri familyalar halinde bir araya getirilen cinsler içinde gruplandırmışlardır ve bireyler için geçerli olan, türler için de geçerlidir; onları sınıflandırmanın mümkün olması, aralarında çok eski bir bağ bulunduğunu göstermektedir. Dördüncü kanıt, hayvanların morfolojisiyle ilgilidir: bir türden diğerine görünüşte çok büyük farklılıklar gösteren organlar, birbirine benzer olabilir, yani tamamen aynı, ama oranları farklı unsurlardan meydana gelmiş olabilir. Mesela insanın eli ile atın bacağı aynı kemik takımından (tarak kemikleri) oluşmuştur. Böyle bir benzerlik ancak çok uzak bir ortak atadan kaynaklanan, organların oluşum planındaki kalıtımsal bir geçişle açıklanabilir. Nihayet beşinci kanıt, birbirine yakın türlerin embriyon gelişiminin başlangıç evreleri arasındaki benzerlikle (yalnızca son evreler farklılık göstermektedir) ilgilidir. Burada da, mümkün tek açıklama, aynı gelişim planının başlangıçtan itibaren aktarılmış olduğudur. Jeolojik çağlar boyunca balıklardan amfibyumlar ve onlardan sürüngenler türemişse ve sonra bunlardan da memeliler türeyip ortaya çıkmışsa, o zaman, memeli embriyonunda balık, amfibyum ve sürüngen embriyonlarını anımsatan başlangıç evrelerinin bulunması mantıklıdır. Özellikle bu sonuncu kanıt akla yatkındır, çünkü memeli türlerinin tek tek "yaratılmış" oldukları varsayımında, embriyonların, balıkların su yaşamına uyarlanmaları evresini anımsatan bir uyarlanma evresinden geçmeleri (özellikle de solungaç yarıklarının varlığı) açıklamasız kalmaktadır.
DARWİN’İN MİRASI
Darwin Türlerin Kökeni’ni yayımladığı sırada, kalıtımsal değişmelerin bireylerde kendiliğinden ortaya çıktığını ve doğal ayıklanma izin verirse, onların döllerine de aynen aktarıldığını varsayıyordu, ama kalıtımın ne şekilde yürüdüğü konusunda en küçük bir fikri yoktu. Darwin, kuramındaki bu boşluğu kapatmak için 1868’de "Evcilleştirilen Hayvan ve Bitkilerde Değişiklik" (The Variation of Animals and Plants Under Domestication) adlı kitabını yayımladı. Bu eserde öne sürdüğü, "pangenez kuramı" diye bilinen kalıtım kuramı ne yazık ki yanlıştı. Kalıtım yasaları ancak 1900’de, Hollandalı Biyolog Hugo de Vries tarafından ortaya kondu; De Vries bunlara "Mendel yasaları" adını verecekti, çünkü Moravyalı Rahip Gregor Mendel’in bu yasaları kendisinden çok önce keşfettiğini öğrenmişti. H. de Vries de türlerin evrimi üzerine bir kuram yayımladı: "Mutasyon kuramı, Bitkiler Aleminde Türlerin Kökeni Üzerine Deneyler ve Gözlemler" (1901-1903). Mutasyon diye adlandırılan bu kuram, yeni türlerin ortaya çıkması sürecinde esas rolü genetik değişimlere atfetmekte, doğal ayıklanmaya pek az yer vermektedir. Dolayısıyla, kalıtım yasalarının keşfi, ilk genetikçilerin Darwin’in doğal ayıklanma kuramına karşı düşmanca bir tavır almalarına da yol açtı (buna karşılık genetikçiler türlerin evrimi fikrini elbette kabul ediyorlardı). Amerikalı nüfus genetikçisi Theodosius Dobzhansky, 1937’de yayımladığı "Genetik ve Türlerin Kökeni" (Genetics and the Origin of Species) adlı eserinde, Mendel’in kalıtım yasalarının mükemmel bir şekilde doğal ayıklanma kuramıyla birleştirilebileceğini ve böylece yeni türlerin oluşum sürecinin açıklanabileceğini gösterdi. Yüzyılımızın biyologları tarafından büyük ölçüde kabul edilen ve Darwin’in anısına "Yenidarwinci" diye adlandırılan kuramın çıkış notasında bu fikir vardır; nitekim yeni darwinciler kuramla ilgili önemli düzeltmeler yapmak gerektiğini gösterdiler.
Nihayet Darwin, Türlerin Kökeni’nde örtük olarak bulunmakla birlikte, biçimsel olarak belirtmediği noktayı, yani "insanın atası maymundur" görüşünü ortaya koyacaktı: "Insan Soyunun Türemesi ve Cinsiyet Bağlı Ayıklanma" (The Descent of Man and Selection in Relation to Sex, 1871). Oysa dostu T. H. Huxley, "Insanın Doğadaki Yerine Ilişkin Kanıtlar" (Evidenc as to Man’s Place in Nature, 1863) adlı eserinde, anatomik kanıtlara dayanarak, insan ile şempanzenin ortak atalardan türediklerini göstermiş bulunuyordu. Darwin "Insanın Türemesi", daha sonra da "Insanda ve Hayvanlarda Duyguların Ifadesi" (The Expression of the Emotion in Man and Animals, 1872) adlı çalışmalarında, insan ruhunun pek çok yönünü doğal ayıklamayla biçimlenmiş içgüdülere bağlayarak, insanla ilgili biyolojik yorumunu daha da ileri götürdü. Böylece "toplumsal darwincilik" denen görüşün kuramsal temellerini atmış oluyordu; buna göre insan toplumu da doğanın geri kalan kesiminde geçerli ayıklanma yasalarına tabiydi ve ticari rekabet, sömürgecilik ve bazı "ırklar"ın yok edilmesi gibi olgular, güçlü olanların zayıf olanlara karşı kazandıkları "doğal" zaferin ifadesinden başka bir şey değildi. Darwinci mirasın bu bölümü evrim kuramından elbette daha çok eleştiriye açıktır.
JEOLOG DARWIN
Darwin’in jeolojiyle ilgili çalışmaları pek bilinmez. Darwin daha çok hayvan ve bitki türlerinin evrimiyle ilgili kuramıyla tanınır. Oysa mükemmel bir jeolog olan Darwin, Güney Amerika yolculuğundan döner dönmez, Ingiliz Jeoloji Derneği’ne, sözkonusu bölgelerde yaptığı gözlemlere dayanarak birçok bildiri sunmuş; daha sonra da
iki kitap yayımlamıştır: "H. M. S. Beagle’ın Gezisi Sırasında Uğranan Volkanik Adalar Üzerine Jeolojik Gözlemler" (Geological Observations on the Volcanic Islands Visited During the Voyage of H. M. S. Beagle, 1844) ve "Güney Amerika Üzerine Jeolojik Gözlemler" (Geological Observations on South America, 1846). O dönemde, Darwin Jeoloji Derneği’nin sekreterliğine de atanacaktı.



Günümüzde Darwin'cilik




Charles Darwin1920’li yıllardan 1950-1960’lı yıllara kadar "yeni Darwincilik" matematiksel yönetmlerden yararlanarak Darwin ile Mendel’in görüşlerinin sentezine varmaya çalıştı. Mendel yasaları 1900 yılında yeniden keşfedildiğinde, Darwin’in evrim teorisiyle çelişki içinde oldukları sanıldı. Genler Ğbu, Mendel’in adlandırması değildirĞ Jacques Monod’nun sözünü ettiği "hücresel makine"nin değişmezliğini sağlar. Yenileyici bir güç olan evrim ise tersine, canlının ilk özelliği değil, genleri etkileyen mutasyonların (değişimin) sonucudur ve bu anlamda kaynağını kalıtım sürecinin "yetkinsizliklerinden" alır. Zorunluluk kalıtımın, rastlantı ise evrimin özelliğidir.
Mendel yasalarının evrim teorisindeki bir boşluğu doldurduğu, ancak 1920’li yıllarda anlaşılmıştır. Bu da özelliklerin nasıl aktarıldığının açıklanmasıdır. Bir grubun dönüşüm sürecini açıklamak, sık sık görülen gen değişimlerini belirlemekle aynıdır. Sıklığın ve rastlantının müdahaleleri, genetik bilimcilerin istatistiğe ve olasılık kavramına dayalı bir şekilde düşünmesini, dolayısıyla matematiksel modeller kullanmasını zorunlu kılar. Darwin ve Mendel’den esinlenerek yapılan sentez, "Yeni Darwincilik"in ortaya çıkışıyla sonuçlanmıştır. Fakat genotipin (bir bireyin genetik malzemesi) fenotip ile (genotip ile ortamın etkileşiminden kaynaklanan gözle görülür bireysel özellikler) nasıl bağdaştırılacağı sorusu etrafında dolaşan çok sayıda sorunun hepsine çözüm getirmez. Genetik, özelliklerin aktarılmasına ilişkin matematiksel örnekler verir, ama gerçek dünyadan uzaklaşmaya yönelir; zooloji ve paleontoloji, dönüşümlere ilişkin malzeme sağlar, fakat aktarım konusunda yeterli malzemeleri yoktur. Bu nedenle çoğu zaman rastlantı ve zorunluluk ikilemine yeniden dönülmüş duygusuna kapılırız. Zorunluluk terimi, tamamen bilimsel açıklamanın alanına girer. Oysa rastlantı terimi, vazgeçilemeyen, fakat açıklamakta zorluk çekilen bir temel ilke gibi işleme tehlikesiyle karşı karşıyadır.
Bilim tarihinin en önemli biyologlarından biri olan Darwin, bilimadamlarının gözünde türlerin evriminin gerçek olduğunu ilk defa kanıtlayan bilgindir; halkın gözündeyse "insan maymundan türemiştir" kuramının babası olmaya devam ediyor.
Charles Darwin’in kuramı felsefi alanda büyük bir yankı uyandırdı, çünkü bu kuram insanın evrendeki yeriyle ilgili görüşü tamamen değiştirdi. Daha doğrusu Darwin, Kopernik’in üç yüzyıl önce başlattığı, insanın kozmostaki üstün konumuna son veren, onu "tahtından indiren" hareketin tamamlanmasını sağlamış oldu. (XVI. yy’da Polonyalı astronom, Güneş’in Dünya çevresinde değil, Dünya’nın Güneş çevresinde döndüğünü söyleyerek, insanoğlunun yaşadığı toprağın evrenin merkezi olduğu yolundaki, genel kabul gören görüşü sorgulamıştı.) XIX. yy’da, Darwin’le birlikte, bu defa insanoğlunun dünyadaki yeri sorgulanıyordu: Ingiliz doğabilimciye göre insanoğlu da yeryüzüne diğer hayvan türlerinin tabi olduğu mekanizmaya göre gelmişti.
KEŞİF YOLCULUĞU
Charles Darwin 1809’da Shrewsbury’de (Birmingham’ın batısı), hali vakti yerinde bir ailenin çocuğu olarak doğdu (babası hekimdi). 16 yaşında tıp öğrenimi görmesi için Edinburgh Üniversitesi’ne gönderildi. Ancak bu konu ilgisini çekmediği için babası ona rahip olmasını ve bu amaçla Cambridge Üniversitesi’nde öğrenim görmesini önerdi. Bununla birlikte, Darwin’i en çok ilgilendiren konu doğa tarihiydi. Çocukken koleksiyon yapmaktan (kınkanatlılar, mineraller) ve kırda gezinirken kuşları gözlemekten çok hoşlanırdı, daha sonra Edinburgh’da deniz kabukları koleksiyonu yaptı. Kuş avlamayı ve sonra onları tahnit etmeyi öğrendi. Bu çalışmalar onu yerel doğa tarihi dernekleriyle ilişki kurmaya (kısa süre sonra söz konusu kurumların yayımlarında, topladığı hayvan örnekleri üzerine kısa incelemeleri yayımladı) ve tecrübeli doğa, bilimcilerin arasına karışmaya yöneltti. Özellikle Cambridge’de botanik profesörü, saygın bir isim olan Joseph S. Henslow’la dost oldu; onun sayesinde, kraliyet deniz kuvvetlerine ait Beagle gemisinin Güney Amerika kıyılarında yapacağı resmi keşif gezisine katılmak olanağını buldu. Keşif yolculuklarının sayısı XVIII. yy’dan beri artmıştı. Egzotik bölgelerin coğrafyası, faunası ve bitki örtüsü üzerine şaşırtıcı bilgiler derleyen Kaptan Cook gibi káşifler, büyük bir ün kazanmışlar ve bilgilerin önemli ölçüde artmasını sağlamışlardı. Darwin Cambridge’deyken, büyük bir doğabilimci ve XIX. yy başlarının kaşiflerinden olan Alexander von Humboldt’un eserlerini ilgiyle okumuştu. Humboldt onda, bir keşif gezisine katılmak ve otobiyografisinde de belirteceği gibi, "doğabiliminin soylu yapısına bir katkıda bulunmak" isteği uyandırdı. Bu bağlamda Beagle’la yolculuğa çıkmak teklifi tam yerini bulmuş oluyordu. 27 Aralık 1831’de gemi beş yıl sürecek (2 Ekim 1836’ya kadar) ve Charles Darwin’in kaderini değiştirecek bir yolculuk için denize açıldı.
1838’de Darwin, artık teorisinin temel noktalarını geliştirmişti. Fakat, Darwin çalışmalarının sonuçlarını yayımlamakta duraksadı ve 1858’ de A.R. Wallace’ın türlerin evrimi, var olma mücadelesi ve hayvanların üreme hızı ile ortalama sayılarının yiyecek miktarına bağlılığı konularını ele aldığı çalışması eline geçene kadar 20 yıl bekledi. Durum böyle olunca, dostları işi oldu bittiye getirip 1 Temmuz 1858’de Londra’daki LinnZ Derneği’nde Türlerin Çeşitlilik Eğilimi ve Doğal Ayıklanma Yoluyla Türlerin Çeşitliliğinin Devamı Üzerine ortak başlığıyla Darwin’in ve Wallace’ın bildirilerini okudular. Darwin, en önemli kitabı Türlerin Kökeni’ni ancak 1859’da yayımlayacaktı.
EVRIMIN ITICI GÜCÜ: DOĞAL AYIKLANMA
Türlerin evrimi artık ortama uyum sağlama ile değil, ayıklanma kavramıyla açıklanmaktadır.
Canlı kavramı, ancak ortam kavramına bağlı olarak anlam kazanır. Lamarck’a göre ortam, organizmanın uymak zorunda olduğu "etkili koşullar" bütününü belirtirken, Darwin, canlının diğer canlılarla ilişkisini vurgular; canlı, başkalarıyla rekabet, yararlanma ve yok etme ilişkilerini sürdürür. Hem av, hem de avcı olduğu gerçek ortamı oluşturan da diğer canlılardır. Gücün sürekli egemen olduğu bu dünyada, bu yaşam kavgasında, bir bireyde meydana gelen yapısal değişimler, ya onun lehine ya da aleyhine rol oynayacaktır. En iyi silahlanmış bireylerin soyları daha kalabalık, diğerlerinin ise tersine sayıca daha az olacaktır. Demek ki doğa, avantaj niteliğindeki bazı değişimleri koruyup dezavantaj oluşturanları eleyen bir elek görevi görmektedir. Darwin, "bu elverişli değişimlerin korunup elverişsiz olanların atılmasına doğal ayıklanma adını veriyorum", diye yazmıştır. Darwin’e göre bu değişimler büyük boyutlu değildir, ama soylara göre küçük farklılıklar gösterirler. Sadece aşamalı olarak birikenler kayda değer değişimlere yol açar. Böylece, klasik formüle göre "doğa, sıçrama yapmaz" ve evrim, çeşitlilik üzerindeki doğal ayıklanmadan kaynaklanan türlerin, yavaş ve aşamalı değişiminden başka bir şey değildir. Burada söz konusu olan, yenilikçi ama olumsal, doğanın gizli düzenini ifşa etmekle hiçbir ilgisi bulunmayan ve her türlü kayırımcılığa karşı olan uzun ve kör bir süreçtir.
Darwin’in teorisi genel bir kabul görmüştür. Ancak Lamarck’ın, edinilmiş özelliklerin kalıtımla aktarıldığı biçimindeki artık terk edilmiş anlayışını koruyan ve çeşitliliklerin kaynağına yeterince inmeyen bu teori, zorunlu olarak birçok kez yeniden gözden geçirilmiştir.



Charles Darwin Darwinciliğe saldırılar



Türlerin Kökeni’nin yayımlanmasından sonra Darwin, korktuğu gibi, felsefi-dini alanda şiddetli saldırılara uğradı (zaten kuramını yayımlamak için yirmi yıl beklemesinin sebeplerinden biri de buydu). Tartışmanın en can alıcı bölümlerinden biri, Ingiliz Bilimsel Ilerleme Derneği’nin 30 Haziran 1860’ta Oxford’da toplanan yıllık oturumunda meydana geldi. Anglikan Piskoposu Samuel Wilberforce bu toplantıda Darwin’in kuramının bütününe saldırdı, Wilberforce’a göre, doğanın hiçbir yerinde türlerin dönüşüme uğradığı görülmemişti, hele insanın bir maymun türünden gelmesi kesinlikle dünüşülemezdi. Darwin o oturumda bulunmadığı için onun yerine dostları, biyolog T. H. Huxley ve özellikle de J. Hooker cevap vererek, piskoposun öne sürdüğü bilimsel kanıtların zayıflığına dikkat çektiler. Kitabın yayımlanmasını takip eden yıllarda, bilim adamlarının çoğu Darwin’in kuramını benimsedi. Bunlardan, ancak ünlü biyolog Louis Agassiz gibi bazıları türlerin değişmezliğini ısrarla savunacaktı (Agassiz, art arda bir dizi yaratılış gerçekleştiğini, 1873’te ölünceye kadar savunmaya devam etti).
Daha sonra, türlerin evrimini yadsıyanlar, yalnızca bilim adamı olmayanlardan da çıktı; bunlar Amerikan köktencileri gibi bütüncülük yandaşlarıydı, bunlar bugün de evrim kuramının ABD’deki okullarda öğretilmesine karşı çıkıyorlar. Bununla birlikte, Anglikan Kilisesi’nin tutumu zamanla yumuşadı ve Darwin 1882’de öldüğünde yüksek rütbeli din adamlarının övgüleri arasında Westminster’de Newton’un yanına gömüldü. Ancak Katolik Kilisesi evrim fikrini ancak 1950’de, Papa XII. Pius’un Humani Generis başlıklı genelgesiyle kabul etti.
Birçok bilim adamı türlerin evrimi fikrini kabul etmekle birlikte, doğal ayıklanma kavramına karşı çıktılar. Onlar hayvanların çevreye uyumunu açıklamak için, doğal ayıklanmadan çok, kazanılmış özelliklerin soyaçekimi ilkesine başvuruyorlardı (onlara göre, zürafa ağaçların yüksek kesimlerindeki yaprakları yemek için uzun bir boyuna sahipti ve bu özelliğini döllerine aktarmıştı). Bu anlayış Lamarck’ın eski kuramında da bulunduğundan, bu okula "Yeni-Lamarckçı" adı verildi (bu okulun Fransa’da pek çok yandaşı vardır; son büyük Yeni-Lamarckçı Zoolog Pierre Paul Grasse, 1985’te öldü). Bu araştırmacılardan çoğu, evrimin, doğal ayıklanma kuramının öne sürdüğü gibi rastlantı eseri gerçekleşmediğini ve en karmaşık canlı durumundaki insanın ortaya çıkışının zorunlu olduğunu, çünkü onun kozmik evrimin bütününe bir anlam kazandırdığını savunurlar. Bu tip kuramların Fransa’daki yandaşları arasında filozof Henri Bergson’u (Yaratıcı Tekamül, [l’Evolution Creatrice, 1907]), daha sonra da cizvit ve paleontolog Pierre Teilhard de Chardin’i ("Insan Olgusu" [le PhZnomen humain, 1955]) sayabiliriz.
EugenIk bIlImI ve sosyal DarwIncIlIk
Eugenism, doğal ayıklanma düşünçesinden kaynaklanmış olan girişimlerin en tehlikelisi olarak kabul edilir.
Eugenism, Darwin’in kuzeni olan Francis Galton’ın çalışmaları sonucunda ortaya çıktı. Galton, ırkların sınıflandırılması düşüncesini ve "en yetenekli" olanlarının gelişmesini desteklemek gerektiğini savundu. 1870’ten nazizmin yükselişine kadar olan ilk dönemde, özellikle bol miktarda Ingilizce ve Fransızca eser aracılığıyla bu düşünceler yayıldı. Burada amaç, özellikle sosyal yardımları en yetenekliler"e aktararak bunların çoğalmasını kolaylaştırmaktır. Bu düşünceleri sistemli bir şekilde uygulamaya koyan Hitler, işi "aşağı ırk"tan saydığı insanların elenmesine kadar vardıracaktı. Genetik alanındaki başarılar, örneğin bazı hastalıklarda etken olan "kötü genler"in ortaya çıkarılması veya ayıklanması şeklinde bilimsel bir seçimi mümkün kılmaktaydı. Eugenism uygulamaları kolaylıkla otoriter ve polisiye bir görünüm alırken, sosyal Darwincilik, insan davranışlarını, doğal dünyaya özgü yaşam mücadelesi modeline göre yorumlamakla yetinme niyetindeydi. Ilk temel biçimi, rekabet ve ayıklanma düşüncesinin toplumsal plana aktarılmasıydı; bu da, XIX. yy’da başarı kazanan ekonomik liberalizmdir. 1970’li yıllarda ortaya çıkan ve "hümanist" sosyobiyoloji diye adlandırılabilecek olan ikinci biçimi, insan davranışlarının tümünü genetik bir temele indirgemeye çalışır. Ahlaki planda tartışmaya bile gerek kalmadan, Eugenism ile sosyal Darwinciliğin birçok karışıklık üzerine kurulu olduğunu söylemek gerekir. Insan topluluklarının genetiği, ırk düşüncesinin ne kadar az güvenilir olduğunu göstermiştir. Her toplum, tek bir tipin varlığı ile değil, genetik çok biçimlilikle nitelik kazanır. Öte yandan, "Darwinci yetenek" ve doğal ayıklanma kavramları, kesinlikten yoksundur. Bu noktada ideolojik çabaları, bilimsel kavramlara bağlı olanlardan ayırt etmek gerekir.
DÜŞÜNCE KAYNAKLARI
Darwin, evrim kuramının doğal ayıklanmayla ilgili bölümünde iki ayrı kaynak eserden esinlenmişti: bir yandan, 1838’den itibaren Thomas Malthus’un "Toplumun Gelecekteki Gelişmesine Etkileri Açısından Nüfusu Üzerine Bir Deneme"sini (An Essay on the Future Improvement of Society), okumuştu; diğer yandan, Cambridge’deki öğrenciliği sırasında, hayvan yetiştiriciliğinin uyguladığı ıslah ve ayıklama çalışmaları hakkında bilgi edinmişti.
Malthus’a göre, bir insan veya hayvan topluluğu, bütün bireyleri yetişkin yaşa gelir ve ürerse çok büyük bir hızla iki katına çıkabilir. Darwin buradan hareketle hayvan topluluklarının az çok kararlı bir nüfusu korumalarını, çok sayıda bireyin üreme yaşına gelmeden ölmesine bağlamaktadır. Ancak kendilerini yaşam koşullarına iyi uyarlayanlar üreyecek yaşa gelebilmektedir. Her şey sanki yaşam zorlukları üremeye yatkın bireyler arasında bir ayıklama yapıyormuş gibi gerçekleşmektedir ("doğal ayıklanma" deyimi de buradan gelmektedir).
Buna karşılık Darwin, üreyecek bireylerin at, sığır veya köpek yetiştiricileri tarafından bilinçli olarak ayıklandığına işaret eder. Doğal ayıklanmanın tersine, bu suni ayıklama, bireylerin verimliliklerinde (ineklerin süt verimi, tavukların yumurtladığı yumurta sayısı) veya bedensel görüşlerinde (buldog, foksteriyeden veya senbernardan çok farklı bir görünüşe sahiptir) çok belirgin bir değişiklik meydana gelmesini sağlar. Demek ki kaynak türün bir çeşidinin zaman içinde yeterince evrim geçirerek çok farklı özelliklere sahip yeni bir türün kaynağı haline gelmesi mümkündür.
Darwin, Türlerin Kökeni’ni yayımladığı sırada, doğal ayıklanma konusunda dolaysız bir kanıt ortaya koyabilmiş değildi. Dört yıl sonra Ingiliz doğabilimcisi Henry W. Bates, bazı Amazon kelebeklerinin, kanatlarında, kuşların yemekten kaçındıkları pis kokulu bir kelebeğin kanatlarında bulunan renkli motiflere benzer motifler taşıdıklarını belirtiyordu. Bu tür bir öykünme ancak doğal ayıklanmayla açıklanabilir: bir kelebeğin renkli motifleri, pis kokulu türün motiflerine ne kadar çok benzerse, hayatta kalma ve döl bırakma şansı da o kadar yüksek olacaktır. Belli bir süre sonra, pis kokulu kelebekler ile onları taklit edenler arasındaki benzerlik neredeyse mükemmel bir hale gelecektir. Darwin bu örneği Türlerin Kökeni’nin daha sonraki baskılarında kullandı.
EVRIMIN KANITLARI
Darwin kitabının daha ilk baskısında, sonunda meslektaşlarını ikna edecek ve her zaman kabul gören ve günümüzde de öğretilen beş temel kanıtını öne sürdü. Bunlardan birincisi paleontolojiyle ilgilidir: fosil türler ne kadar eskiyse, yaşayan türlere o kadar az benzerler. Ikinci kanıt biyocoğrafyayla ilgilidir: bir ana türden gelen türler genellikle atalarıyla aynı coğrafi bölgede yaşarlar (bu yüzden, Güney Amerika, Güney Afrika veya Avustralya faunaları’nda hemen hemen aynı iklim hüküm sürse de aynı hayvanlardan meydana gelmez; bu bölgeler başlangıçta ataları farklı olan türlerin barınağıydı; mesela keseli hayvanlara Avustralya’da rastlanıyor, buna karşılık Afrika’da rastlanmıyordu). Üçüncü kanıt sınıflandırmayla ilgilidir: biyologlar türleri familyalar halinde bir araya getirilen cinsler içinde gruplandırmışlardır ve bireyler için geçerli olan, türler için de geçerlidir; onları sınıflandırmanın mümkün olması, aralarında çok eski bir bağ bulunduğunu göstermektedir. Dördüncü kanıt, hayvanların morfolojisiyle ilgilidir: bir türden diğerine görünüşte çok büyük farklılıklar gösteren organlar, birbirine benzer olabilir, yani tamamen aynı, ama oranları farklı unsurlardan meydana gelmiş olabilir. Mesela insanın eli ile atın bacağı aynı kemik takımından (tarak kemikleri) oluşmuştur. Böyle bir benzerlik ancak çok uzak bir ortak atadan kaynaklanan, organların oluşum planındaki kalıtımsal bir geçişle açıklanabilir. Nihayet beşinci kanıt, birbirine yakın türlerin embriyon gelişiminin başlangıç evreleri arasındaki benzerlikle (yalnızca son evreler farklılık göstermektedir) ilgilidir. Burada da, mümkün tek açıklama, aynı gelişim planının başlangıçtan itibaren aktarılmış olduğudur. Jeolojik çağlar boyunca balıklardan amfibyumlar ve onlardan sürüngenler türemişse ve sonra bunlardan da memeliler türeyip ortaya çıkmışsa, o zaman, memeli embriyonunda balık, amfibyum ve sürüngen embriyonlarını anımsatan başlangıç evrelerinin bulunması mantıklıdır. Özellikle bu sonuncu kanıt akla yatkındır, çünkü memeli türlerinin tek tek "yaratılmış" oldukları varsayımında, embriyonların, balıkların su yaşamına uyarlanmaları evresini anımsatan bir uyarlanma evresinden geçmeleri (özellikle de solungaç yarıklarının varlığı) açıklamasız kalmaktadır.
DARWIN’İN MİRASI
Darwin Türlerin Kökeni’ni yayımladığı sırada, kalıtımsal değişmelerin bireylerde kendiliğinden ortaya çıktığını ve doğal ayıklanma izin verirse, onların döllerine de aynen aktarıldığını varsayıyordu, ama kalıtımın ne şekilde yürüdüğü konusunda en küçük bir fikri yoktu. Darwin, kuramındaki bu boşluğu kapatmak için 1868’de "Evcilleştirilen Hayvan ve Bitkilerde Değişiklik" (The Variation of Animals and Plants Under Domestication) adlı kitabını yayımladı. Bu eserde öne sürdüğü, "pangenez kuramı" diye bilinen kalıtım kuramı ne yazık ki yanlıştı. Kalıtım yasaları ancak 1900’de, Hollandalı Biyolog Hugo de Vries tarafından ortaya kondu; De Vries bunlara "Mendel yasaları" adını verecekti, çünkü Moravyalı Rahip Gregor Mendel’in bu yasaları kendisinden çok önce keşfettiğini öğrenmişti. H. de Vries de türlerin evrimi üzerine bir kuram yayımladı: "Mutasyon kuramı, Bitkiler Aleminde Türlerin Kökeni Üzerine Deneyler ve Gözlemler" (1901-1903). Mutasyon diye adlandırılan bu kuram, yeni türlerin ortaya çıkması sürecinde esas rolü genetik değişimlere atfetmekte, doğal ayıklanmaya pek az yer vermektedir. Dolayısıyla, kalıtım yasalarının keşfi, ilk genetikçilerin Darwin’in doğal ayıklanma kuramına karşı düşmanca bir tavır almalarına da yol açtı (buna karşılık genetikçiler türlerin evrimi fikrini elbette kabul ediyorlardı). Amerikalı nüfus genetikçisi Theodosius Dobzhansky, 1937’de yayımladığı "Genetik ve Türlerin Kökeni" (Genetics and the Origin of Species) adlı eserinde, Mendel’in kalıtım yasalarının mükemmel bir şekilde doğal ayıklanma kuramıyla birleştirilebileceğini ve böylece yeni türlerin oluşum sürecinin açıklanabileceğini gösterdi. Yüzyılımızın biyologları tarafından büyük ölçüde kabul edilen ve Darwin’in anısına "Yenidarwinci" diye adlandırılan kuramın çıkış notasında bu fikir vardır; nitekim yeni darwinciler kuramla ilgili önemli düzeltmeler yapmak gerektiğini gösterdiler.
Nihayet Darwin, Türlerin Kökeni’nde örtük olarak bulunmakla birlikte, biçimsel olarak belirtmediği noktayı, yani "insanın atası maymundur" görüşünü ortaya koyacaktı: "Insan Soyunun Türemesi ve Cinsiyet Bağlı Ayıklanma" (The Descent of Man and Selection in Relation to Sex, 1871). Oysa dostu T. H. Huxley, "Insanın Doğadaki Yerine Ilişkin Kanıtlar" (Evidenc as to Man’s Place in Nature, 1863) adlı eserinde, anatomik kanıtlara dayanarak, insan ile şempanzenin ortak atalardan türediklerini göstermiş bulunuyordu. Darwin "Insanın Türemesi", daha sonra da "Insanda ve Hayvanlarda Duyguların Ifadesi" (The Expression of the Emotion in Man and Animals, 1872) adlı çalışmalarında, insan ruhunun pek çok yönünü doğal ayıklamayla biçimlenmiş içgüdülere bağlayarak, insanla ilgili biyolojik yorumunu daha da ileri götürdü. Böylece "toplumsal darwincilik" denen görüşün kuramsal temellerini atmış oluyordu; buna göre insan toplumu da doğanın geri kalan kesiminde geçerli ayıklanma yasalarına tabiydi ve ticari rekabet, sömürgecilik ve bazı "ırklar"ın yok edilmesi gibi olgular, güçlü olanların zayıf olanlara karşı kazandıkları "doğal" zaferin ifadesinden başka bir şey değildi. Darwinci mirasın bu bölümü evrim kuramından elbette daha çok eleştiriye açıktır.
JEOLOG DARWİN
Darwin’in jeolojiyle ilgili çalışmaları pek bilinmez. Darwin daha çok hayvan ve bitki türlerinin evrimiyle ilgili kuramıyla tanınır. Oysa mükemmel bir jeolog olan Darwin, Güney Amerika yolculuğundan döner dönmez, Ingiliz Jeoloji Derneği’ne, sözkonusu bölgelerde yaptığı gözlemlere dayanarak birçok bildiri sunmuş; daha sonra da
iki kitap yayımlamıştır: "H. M. S. Beagle’ın Gezisi Sırasında Uğranan Volkanik Adalar Üzerine Jeolojik Gözlemler" (Geological Observations on the Volcanic Islands Visited During the Voyage of H. M. S. Beagle, 1844) ve "Güney Amerika Üzerine Jeolojik Gözlemler" (Geological Observations on South America, 1846). O dönemde, Darwin Jeoloji Derneği’nin sekreterliğine de atanacaktı.
Share this article :

Yorum Gönder

 
Support : Creating Website | Johny Template | Mas Template
Copyright © 2011. teleyorum - All Rights Reserved
Template Created by Creating Website Published by Mas Template
Proudly powered by Blogger